Türk Tarihi ve Kültür Araştırmaları

Bölüm: 16 Binbaşı Pars

0 14.696

Binbaşı Pars iki oğluyla birlikte Ay Hanım’ın otağına girip de yere diz vurduğu zaman biraz şaşaladı. Bu şaşalayış, kağan kızının şaşılacak bir benzeyişle Almıla’ya benzemesinden doğuyordu. Ay Hanım onu ayağa kaldırarak:

– “Hoş geldin Binbaşı” dedi ve sormağa başladı:

– Ötüken’den ne zaman çıkmıştın Binbaşı?

– Altmış yıl önce.

– Yumuşla mı çıkmıştın?

– Hayır, kaçarak.

– Kimden kaçarak?

– İçing Katun’dan.

Ve aldığı buyruk üzerine hepsini anlattı. Ay Hanım dikkatle dinliyor ve çok ilgileniyordu. Pars sözlerini bitirince gülümsiyerek:

– “Öyle ise biz akraba oluyoruz” dedi.

Binbaşı ve iki oğlu dikkatle toparlandılar. Kağan kızı şöyle anlattı:

– Anam katun, Almıla’nın en küçük kızkardeşiydi.

İki oğlu sert bakışlarla bakarlarken Pars hüzünlenmiş gibiydi. Karşısında Almıla’dan bir parça gibi duran kız ona sevgili karısını hatırlatarak içinden ince bir tel koparmıştı.

Acı bir sesle:

– “Almıla’ya çok benziyorsun, Ay Hanım” dedi.

Kağan kızı şâhâne duruşuyla Pars’ı ve oğullarını süzüyor, gözlerine bakarak gönüllerinden geçenleri okuyordu:

– “Binbaşı” dedi, “Ötüken’e niçin dönmek istiyorsun?”

– Benim için dünya kavgası bitti. Doğduğum yerleri bir daha görerek orada ölmek istiyorum.

Kağan kızı, karşısındaki üç Gök Türk’ün de Ötüken’e dönmek için olan kesin ve sarsılmaz kararlarını yüzlerinden anlamıştı:

– “İlteriş Kağan’a benim elçim olarak varır mısınız” diye sordu.

Pars yere diz vurarak:

– “Buyruk senindir” diyerek cevap verdi.

***

Üç gün sonra Binbaşı Pars, Ay Hanım’ın elçisi olarak Ötüken’e doğru yola çıkıyordu. İlteriş Kağan’a armağan olmak üzere yedi tane soy at ve bir kılıç götürüyordu. Büyük oğlu Yüzbaşı Ezgene babasının solunda gidiyordu. Çatık kaşlı, asık yüzlü bir erdi. Bugüne kadar bir defa bile gülümsediğini kimse görmemişti. Batı Kağanlığındaki savaşlarda büyük yararlılıklar göstermiş, iki oğlu savaşta, öteki çocukları ile karısı da kargaşalıklar da veya kırgınlarda ölmüştü. Yüzünde birkaç kılıç yarası vardı. Sol elinin bir parmağı da eksikti. Bunu bir Çigil bahadırı uçurmuştu.

Pars’ın küçük oğlu Onbaşı Yula otuz yaşlarında bir yiğitti. Talihsiz bir adamdı: Üç defa evlenmiş, aldığı kadınların üçü de ölmüştü. Bu kadınlardan doğan çocukları da yaşamamıştı. Batıdaki savaşların hemen hepsine girmiş, birkaç defa ölümle yüz yüze gelmiş, yine de bir şey olmamıştı. Oyluğuna yediği bir kargı dolayısıyla yayan yürürken aksardı. Çok az yerdi. Bu yüzden babasından dinliyerek tanıdığı Yamtar’ı görmeyişini hayatta hakiki bir eksiklik sayardı. Bunun da ömründe bir kere öfkelendiğini kimse görmemişti. “Dövüşmek için öfkelenmeği beklersem vuruşmadan ölürüm” der ve savaşa, vuruşa çok sakin, sanki kımız içiyormuş gibi girerdi. Çok iyi binici idi. Attan çok iyi anlardı. Bunun için Ay Hanım’ın armağan olarak İlteriş Kağan’a yolladığı yedi atı o idare ediyordu.

At uşağı Çalkara yirmi yaşlarında bir Oğuz’du. Kendi yurdunda kimsesi olmadığı için Pars’la birlikte Ötüken’e gelmeğe razı olmuştu. Ay Hanım’ın Gök Türk Kağanı’na yolladığı kılıçla yedek atları o götürüyordu. İri yapılı ve güçlü bir güreşçiydi. Güreşe o kadar istekliydi ki, bir gün bir savaşta atı vurulup yaya kalınca savaşta olduğunu unutmuş, karşısında kendisi gibi yaya olan bir yağıya el çırparak güreş tutmak üzere saldırmış, fakat öteki kılıcı savurunca aklı başına gelmişti. Daha doğrusu aklı başına gelmemiş, aklı başından gitmişti. Çünkü Çalkara bu kılıçla başından ağır yaralı olarak yere serilmiş günlerce kendisine gelememişti. Çok iyi yürekli, iyi huylu bir erdi. Yalnız güreş görünce dayanamazdı. Güreşmezse hasta olurdu. Bu yüzden kış olunca tepelere, dağlara çıkıp ayılarla güreşirdi. Hem de mızıkçılık etmemek için yanına pusat almaz, kemerindeki bıçağını da ayıların mızıkçılığına karşı ihtiyat olarak tutardı. Çünkü ayılar güreş göreneğini bilmiyorlar, bazan ikisi birden geliyorlar yahut da bıçak gibi olan dişlerini kullanıyorlardı. Pençelerine o kadar aldırış etmiyordu. Bu yüzden, yüzünde ve başka yerlerinde pençe çizikleri doluydu. Bir gün iri bir ayıyla güreşirken kucak kucağa dik ve uzun bir bayırdan aşağı yuvarlanmışlar, bayırın eteğine vardıkları zaman çarptıkları bir kaya ile ayının beyni dağılmış, Çalkara’nın da kulağı kopmuştu. Fakat ayı öldüğü sırada sırt üstü olduğu için Çalkara onu yenik saymış: “Utancından geberdin, değil mi” diye gülmüştü.

Bazan güreşecek ayı da bulamaz, o zaman atıyla güreş tutardı. Atı da alışmış, şaha kalkarak bayağı güreşir olmuştu. Fakat at güreşi beceremediği için bir defa Çalkara’nın ağzına ön ayağıyla vurarak üç dişini ağzına dökmüştü.

***

Önceleri tek tük de olsa konuşuyorlar, çevreleriyle ilgileniyorlardı. Ötüken’e yaklaşırken konuşmalar kesildi. Gözler ileriye dikildi ve akla hiçbir düşünce gelmez oldu.

Nihayet Pars Beğin gözleri parladı. “işte Ötüken’e vardık” dedi. Bunu söylerken sesi, vaktiyle Ötüken’de erlerine buyruk veren Onbaşı Pars’ın sesine benziyordu. Şimdi toprağın her parçasına, her tümseğe, taşa, ağaca dikkatle bakıyor, çoğunu tanıyordu. Altmış yıllık dünya kavgası, onun beyninden ve gönlünden, doğup büyüdüğü yerlerin izini silememişti. Böylece ne kadar gittiler, farkında değildi. Kendinden geçmiş ilerliyor, gözleri nemli olduğu için seçemediği bozkıra sis inmiş sanıyordu. Bir hülya içinde gidiş, ilk çadırlar ve ilk Ötükenliler görününceye kadar devam etti.

İlk rasladıkları yüzbaşı ona bir kılavuz verdi. Böylece, doğru İlteriş Kağan’ın karargâhına yollanmak imkânı hâsıl olmuştu.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.